ARAP DILI VE EDEBIYATI - ARAP EDEBİYATI
 

ANA SAYFA
UYE GIRIS
ARAP DILI VE EDEBIYATI
=> ARAP DİLİ
=> ARAP EDEBİYATI
=> ARAPÇA İNGİLİZCE KARŞILIKLI KELİME
=> HİKAYELER
=> HIKAYE KITABI
=> meşhurlar
=> arap ülkeleri
=> kültür
ARAPÇA GRAMER DERSLERI
RESIMLERLE ARAPCA
HABERLER
RESIM GALERISI
BIZIM GAZETEMIZ
ORTAKOY
RADYO VE TELEVIZYON
SEVGI
MP3 PLAYER
ILETISIM
ZIYARETÇI DEFTERI
SITE HAKKINDAK YORUMUNUZ
SERBEST KÖSE
PROJE

1) Arap edebiyatı, muhtelif yönleriyle geçirdiği safhaları ve tarihî tekâmülü göz önüne alınarak bazı devrelere ayrı­lır. Yukarıda işaret edildiği gibi, birbi­rinden çok uzak ve geniş bölgelere ya­yılmış olan Arapça'nın zamana ve çevre­ye göre değişen şartlar altında verdiği çok sayıda edebî mahsullerin tasnifini kolaylaştırmak için farklı görüşlere sa­hip olanlar tarafından birtakım devre­ler kabul edilmiştir. Bu devreler kısaca şöyle zikredilebilir: Câhiliye devri veya İslâmiyet'ten önceki Arap edebiyatı; ilk İslâmî devir edebiyatı  Abbasîler ve Endülüs Emevîleri devri edebiyatı: II.  yüz­yıl ortaları - Vlll.  yüzyıl ortaları; Abbâsîler'den sonra XI.  yüzyıl sonlarına kadar uzanan devre; XIX. yüzyıldan bugüne kadar gelen yeni Arap edebiya­tı denilen devre. Bunlar da kendi içle­rinde tâli devrelere, çevre ve edebî nevilere göre bölümlere ayrılabilir.

2) Anonim eserler bir tarafa bırakılır­sa Arap edebiyatının bugün elde bulu­nan en eski eserleri, milâdî V. yüzyıla ka­dar çıkan şiirlerdir. Bu numuneler bu­gün mevcut halleri, dil ve üslûp hususi­yetleri, nazım tekniği vb. gibi bakımlar­dan uzun bir geçmişte gelişmiş bir sa­nat geleneğine dayandıklarını kabul et­tirecek olgunluktadır.

Eski müellifler, birbirini takip eden devirleri ve nesilleri göz önüne alarak şairleri tabakalara, dolayısıyla Arap şiir tarihini devrelere ayırmışlardır. Bu tak­sim, eski müelliflerin dil ve edebiyat ça­lışmalarıyla yakından ilgilidir. Yukarıda bahsedilen fasih Arapça'nın kaidelerini tesbit eden ve lügat hazinesini meydana getirmek için kelime derleyen dil âlim­leri, dile ait eski malzemeyi değerlendi­rip ondan faydalanırken bu tabakalara, çalışmalarında ölçü olarak kullandıkları birtakım değerler verdiler. Daha çok de­virlere dayanan, kendi içerisinde de ne­sil nesil tabakalara bölünen ana grup­lar şunlardır:

1) Câhiliyyûn. Câhiliye dev­ri, yani İslâmiyet'ten önceki devir şair­leri.

2) Muhadramûn. Sanat hayatlarının bir kısmını Câhiliye, bir kısmını İslâmî devirde geçirmiş olanlar.

3) İslâmiyyûn. İslâmî devrin ilk şairleri. Bunlar bir evvel­ki nesli takip eden ve aşağı yukarı Emevîler devrinin  sonları­na kadar geçen devrede yaşamış bulu­nan şairlerdir.

4) Müvelledün veya muhdesûn, yani bedevinin aksine yerleşik, şehirli veya yeni şairler. Muhdes şairle­rin ilki Beşşâr b. Bürd (ö. 167-783) sa­yılmıştır.

5) Zamanla muhdes şairler de geride kalınca müellifler kendi zaman­larındaki şairlere umumiyetle asriyyûn yani muasırlar demişlerdir. Anılan ilk üç gruptaki şairler Arapça'nın lügat hazi­nesini ve gramer kaidelerini tesbitte, dil ve edebiyat âlimlerinin şiirlerini şâhid olarak kullandıkları kudemâ  denilen sanatkârlardır. Nitekim Emevîler devrinin el-Ahtal, el-Ferezdak ve Cerîr gibi büyük şairleri eski şiir ge­leneğini ve fasih Arapça'yı sürdürmüş­lerdir.

a) Câhiliye diye anılan İslâmiyet'ten önceki devirde şiirin içtimaî hayatta ehemmiyetli bir yeri, çok büyük ve hayatî bir tesiri vardı. Bu şiirlerin kısmende olsa hafızalarda yaşatılıp korunma­sını, bunların topluluğun ortak duygula­rına ve hayata sıkı sıkıya bağlı olması sağlamıştır. Şairin eserinin kaynağı, çok defa kendi duyguları ile çevresinin duy­gularının birleştiği noktalardır. İster eş-Şenferâ ve Teebbeta-Şerran  gibi fakir ve yağmacı bir haydut, ister Kinde Melikliğinin talih­siz vârisi İmruülkays gibi bir prens veya Amr b. Külsûm gibi bir kabile reisi ol­sun, şair daima arasında yetiştiği top­luluğun üzerinde hassasiyetle durduğu birtakım hasletleri temsil ve ifade eder­di. Kabile veya kabileler birliğinin söz­cüsü olarak siyasî müzakerelere katılan heyetlerde şairin yeri ve vazifesi vardı. Kabile, hayatının, hissiyatının, geçmiş­teki övünülecek şeylerinin, zaferlerinin, düşmanlarına karşı beslediği kin ve in­tikamın, onları küçültücü hicivlerin, et­rafını çeviren tabiatın en güzel ifadesini şairin sihirli sözlerinde bulur ve bütün bunları ondan beklerdi. Bu sebeple de onun şiirinin korunmasına ve yayılması­na çalışırdı. Bilhassa seyyidinin  bu sihirli ve tesirli silâhla mücehhez olması kabile için büyük bahtiyarlıktı. Bu kabi­leden şair çıktığı zaman bayramlarda, düğünlerde olduğu gibi şenlik düzenle­nir, ziyafet verilirdi. Çünkü manevî de­ğerlerin koruyucusu olan büyük şairler yetiştirmiş olmak onlar için gurur ve şe­ref, buna karşılık şairlerden mahrum bulunmak, sadece bahtsızlık değil aynı zamanda utanç ve ayıplanma vesilesiydi.

Dil bilhassa bu suretle işlenegeldiği gibi, eski Arap cemiyetinde diğer bilgi­ler de şiire aksettiği nisbette yaşamış ve nesilden nesile aktarılabilmiştir. Ni­tekim Halife Ömer b. el-Hattâb (ö. 23-644), bu eski topluluğun en eski bilgi kaynağının şiir olduğuna işaret etmişti. İbn Abbâs'ın da tekrarladığına bakılırsa eskiden beri yaygın olduğu anlaşılan bu fikir üzerinde daha sonraları haklı ola­rak ısrarla duran eski müellifler, şiirin bahis mevzuu Arap topluluğundaki ye­rini ve ehemmiyetini belirtmişler, onun Araplar'ın bütün bilgilerini derleyen, içi­ne alan, şan ve şereflerini koruyan, geç­mişteki büyük başarılarını, hâtıralarını unutulmaktan kurtarıp yaşatan ana kay­nakları  ol­duğunu anlatarak eski tarihlerine da­ir rivayetlerden, soylarına, neseplerine, âdet ve geleneklerine, atlara, yıldızlara, tabiat hadiselerine kadar çeşitli saha­lardaki bilgilerinin şiir sayesinde koru­nabildiğini söylemişlerdir.

Çok eskiden beri şairin kendisiyle alış­kanlık, dostluk kurduğu bir cine sahip bulunduğuna inanılıyordu, İslâmiyet'ten sonra da bir süre yaşayan bu inanış, es­ki şairin ilham kaynağını, irtibat halinde bulunduğu bu cin vasıtasıyla bu dünya­nın ötesinde sihirli bir âleme bağlıyor, böylece onda tabiat üstü bir kuvvet gö­rüyordu. Bu sihirli gücü onun bilhassa hicivlerinin tesirini arttırıyordu.

Eski Arap cemiyetinde bitip tükenmek bilmeyen kabile mücadelelerinde ölen­lerin ardından ağlayan, hâtıralarını mer­siyelerinde yaşatan, ölenlerin yakınlarını intikama teşvik eden kadın şairlerin de ayrı bir yeri ve vazifesi vardı.

Câhiliye devrinde Arabistan'da edebi­yatı ve bilhassa şiiri teşvik eden vesile­ler ve çevreler, hatta sanatkârların bir­birleriyle yarıştıkları müsabakalar vardı. Bir geleneği olduğu anlaşılan bu mera­simler, her yıl kabileler arası savaşların, kavgaların kesildiği bir nevi mütareke devresi sayılan belli günlerde Zülmecâz, Zülmicenne, Ukâz ve Dûmetülcendel vb. gibi yerlerde kurulan panayırlarda yapı­lırdı. Zamanın en büyük şairinin hakem­lik ettiği bu müsabakalar, şiirlerin yayıl­masını ve yeni sanatkârların tanınması­nı sağlardı. Milâdî VI. yüzyıldan herhal­de daha eski bir tarihten beri bazı şair­ler kabilelerinden ayrılarak birtakım ko­ruyucular yanında gezgin övücüler hali­ne gelmişlerdi. Bu şartlar altında da şa­irler, büyük nüfuz sahibi bir kimsenin yanında, yeni bağlarını kesmediği kabi­lesinin menfaatlerini korumaktaydı. Böy­le şairleri çeken, şehir hayatının olduk­ça teşekkül ettiği merkezlerin başında milâdî VI, yüzyılın ikinci yansından iti­baren el-Mütelemmis, Tarafe. en-Nâbigatü'z-Zübyânî ve Hassan gibi şairlerin toplandıkları Lahmî ve Gassânî melikle­rinin muhitleri zikredilebilir. Çölden, bedevî muhitinden gelen şiir geleneği bu­ralarda, bedevî şairin fazla sert ifadele­rini yumuşatabilecek şehir hayatından doğmuş farklı bir hassasiyet ve zevk, yabancı tesirlere açık bir muhit bulmuş­tu. En parlak devrini Lahmî meliki III. en-Nu'mân'ın devrinde yaşayan Hîre'nin 602'de sönüşünden sonra, bilhassa Hi­caz'ın muhtelif yerlerinde teşekkül eden merkezlerde şiir yine rağbet görmekte devam etti.

b) İslâmiyet'le bu sanat yeni bir saf­haya girmiştir. Müşrikler Hz. Peygamber'e karşı mücadelelerinde bu eski silâhtan faydalanmak istemişlerdi. Fa­kat sadece Hz. Peygamber'in affını değil takdirini de elde ettiği meşhur kasi­desi ile Arap edebiyatında unutulmaz bir yer kazanmış olan Kâ'b ve bilhassa Hassan gibi şairler, bu eski sanatı İslâ­miyet'in himaye, hatta teşvikiyle devam ettirdiler. Hz. Peygamber'den sonra ilk halifelerin de şiirden çok iyi anlayan şah­siyetler olduğu bilinmektedir. Bu arada Hz. Ömer ve Hz. Ali hususiyetle anılmaktadır.

Sürin Araplar için zikredilen ehemmi­yeti bir yana. İslâmiyet'le beraber baş­ka bir ilgi vesilesi daha doğdu: Kur'an ve hadisin dil inceliklerini anlamak, gra­mer ve lügat güçlüklerini açıklamakta eski şiirden faydalanıldı.

Bu devreden sonra şiir ehemmiyetini korumakla beraber gelişen içtimaî şart­lara bağlı olarak şairin mesleği ve ha­yattaki yeri değişti. Bu şartlar onların eski siyasî nüfuz ve tesirlerini kaybet­melerine sebep oldu.

c) Yukarıda işaret edildiği gibi yazının kifayetsizliği sebebiyle yazılı bile olsa şiir, uzun zaman daha çok hafızaya da­yanan sözlü rivayet yoluyla yayıldı ve ko­rundu. Bu yüzden edebî mahsullerin bunları bozulmadan koruyabilecek bir yazıya aktarılmasına kadar büyük bir kısmı unutuldu. Ayrıca bunlar dilden di­le nakledilirken ister istemez bazı zaruri değişikliklere uğradı. Eski şairlerin hu­susi bir râvisi, hatta bazan râvileri var­dı. Şaire refakat eden râvi onun şiirini ezberler ve gerektiği zaman inşad eder­di. Râvilik şiir sanatının gelenek halinde­ki mektebi mahiyetindeydi. Nitekim râvilerin birçoğu zamanla nesillerinin bel­li başlı şairleri olmuş, onlar da kendile­rinden sonraki nesillerin sanatkarlarını yanlarında râvi olarak taşımışlardır.

ç) Her kabilenin, sanatkârlarının şiir­lerini, neseplerine dair bilgileri, emsali­ni, mefahirini  yazdıkları bir divanı  vardı. Bazı Câhiliye şairlerinin ifadelerine göre çok eski bir mazisi olduğu anlaşılan bu tarz eserlerin tedvininde Hz. Ömer'in emir ve teşvikiyle yeni bir safhanın açıl­dığı, Emevîler devrinde sayılarının çok arttığı, hatta IV.  yüzyıl sonlarına ka­dar mevcut olup el-Âmidi’nin (ö. 370-981) bu kabile divanlarının seksen kadarından istifade ettiği bilinmektedir.  en-Nu'mân b. el-Münzir'in ter­tip ettirdiği bu eser, herhalde bahsedi­len kabile divanları tarzında bir eserdir. Câhiliye devrinde mevcudiyetini bildi­ğimiz bir kitap da Mecelletü Lokman olup Lokman'ın hikmetlerini ihtiva edi­yordu. İslâmiyet'ten önce bedevî Arap­lar arasında yazı pek az, şehir muhitle­rinde yerleşik Araplar arasında ise sa­nıldığından çok kullanılıyordu.  Bununla beraber Câhiliye devrinden za­manımıza yazılı bir eser intikal etmemiş­tir. Hîre meliki en-Nu'mân b. el-Münzir'in (580-620) büyük şairlerin şiirleriy­le mensup olduğu hanedandan gelmiş şahsiyetler ve kendisi hakkındaki met­hiyeleri toplatıp yazdırdığına ve bu mec­muanın I. yüzyılın ortalarında ele geçtiğine, hatta Kûfeli âlim ve râvilerin bu mecmuadan faydalandıklanna dair bir rivayet vardır.

Kısaca, İslâmiyet'ten önceki Arap ede­biyatından, bu münferit teşebbüslerin mahsulü gibi görünen eserlerden başka yazılı edebî metnin intikal edip etme­diğini bilmiyoruz. Edebî mahsullerin tedvînine Hulefâ-yi Râşidîn devrinde baş­lanmış ve bu hareket sistemli olarak kü­tüphanelerin de doğduğu Emevîler dev­rinde diğer sahalardaki tedvîn ve telif hareketlerine muvazi olarak devam et­miştir.

Yukarıda zikredilen ve yalnız bir şai­rin manzumelerini nakil ve rivayet eden râvileri, bir kabilenin bütün şairlerini, hatta bütün Arap şairlerinin eserlerini ezberleyip rivayet eden ‘Râviye'ler yani büyük râviler takip etmiştir. Hammâd (ö. 156-773), el-Mufaddal ed-Dabbî (ö. 170-786) ve Halef el-Ahmer (ö. 175-791) gibi büyük ve âlim râvilerin sözlü ve yazılı kaynaklardan topladıkları mal­zemeyi kendileri veya talebeleri tesbit etmiştir.

Bu rivayet, derleme ve tedvîn faaliyet­lerinin yanı sıra, çoğu zaman aynı mec­rada akan gramer ve lügat çalışmaları, isimlerini eski kaynaklardan, bu arada bilhassa İbnü'n-Nedîm'in III.  yüzyı­lın sonlarına kadar yazılmış Arapça eser­leri tanıtan el-Fihrist  adlı kitabından öğrendiğimiz, fakat pek azı günümüze kadar muhafaza edilebil­miş bulunan eserlerin yazılmasını sağ­lamıştır. Bunlar muhtelif şairlerin şerhli veya şerhsiz divanları, bir kabileye men­sup şairlerin eserlerini bir arada topla­yan mecmualar ile muhtelif şairlerden seçilmiş şiir mecmuaları, şairler hakkın­da biyografik bilgi ve şiirlerinden örnek­ler veren eserler vb.dir.

d) Ebû Amr eş-Seybânî (ö. 213-828) ve es-Sükkerî (ö. 275-888) gibi âlimle­rin, herhangi bir kabileye mensup şair­lerin eserlerini toplayan büyük mecmu­alar tipindeki çalışmaları günümüze ka­dar gelebilmiş değildir. Bu tarz çalışma­lardan sadece Hüzeyl kabilesi şairlerine dair bir tek numune kalmıştır.

Divanların yanında mühim bir yer alan, muhtelif şairlerden seçilmiş şiir mecmu­alarının en tanınmışı, eski Arap şiirinin en güzel kasidelerinden seçilmiş olup kazandığı rağbet ve şöhretin neticesi, muhayyile mahsulü birtakım rivayetlerle nakledilen Hammâd er-Râviye'nin der­lemiş olduğu el-Mu’allakât'tır. Bu eser umumiyetle, şerhli veya şerhsiz, yedi  kasideden ibaret mecmualar halinde intikal etmiştir ve ihtiva ettiği kasideler Câhiliye devrinin şu şairlerine aittir: İmruülkays.Tarafe, Züheyr, Lebîd. Sadreddin Basri'nin el-Hamâsetü'l-Başriyye adlı eserin­den bir sayfa  Amr b. Külsûm. Antere  en-Nâbigatü'z-Zübyânî  Bazan bunlar arasında Abîd'in bir kasidesine de yer verilir.

Bu tip eserlerin en mühimleri. el-Mufaddal ed-Dabbi’nin Mufaddaliyyât'ı, el-Asma’nin el-Aşma 'iyyar'ı ile Ebû Zeyd el-Kureşî’nin yedişer kasidelik yedi bö­lümünden ilki el-Mu'allakât'a ayrılmış bulunan Cemheretü eş'âri'l-'Arab'ıdır. Mecmua şeklindeki eserlerden bazıların­da da şiirlerin mevzulara göre tasnif edildiği görülür. Bu tarzda tertip edilmiş mecmuaların ilki, aynı zamanda muhdes şairlerin belli başlılarından biri olan Ebû Temmâm'ın (ö. 232-846) Kitâbü'l-Hamase'sidir. Bu eser Câhiliye devrin­den Emevîler'in sonu. Abbâsiler'in başlarına kadar gelmiş ve çoğu milâdî 650 yılından önce yaşamış şairlere ait par­çaları ihtiva eder. Ebû Temmâm'ın da­ha az bilinen ve daha güç şiirlerden ge­ne aynı tarzda tertip ettiği el-Vahşiyyât adlı bir eseri daha vardır. Bunları birbirinden ayırmak için ikincisine el-Hamâsetü'ş-şuğrâ denmiştir. el-Arabiyye'nin en güvenilir numuneleri arasın­da yer alan ilk eserin bölümleri, bazı es­ki müelliflerin kitaplarında olduğu gibi. “Büyük bab, kısım” mânasında “Kitâb” başlığını taşır. İlk babı “Kitâbü'1-Hamâse”  başlıklı olduğu için bu adla anılan eser, daha sonraları tertip­lenen bazı mecmualara örnek teşkil etmiş ve âdeta bir antoloji nevinin doğ­masına yol açmıştır. Nitekim aynı asnn şairlerinden el-Buhtürî (ö. 284-897) ve daha sonra birçok müellif, hemen he­men aynı ad altında bu tarz mecmualar tertip etmişlerdir. Yukarıda anılan ilk şiir mecmualarında manzumelerin bütünü verilirken bu eserlerde bir bütü­nün en güzel parçaları seçilmiş ve ba­zan bölümün mevzuu ile ilgili tek bir beyitle iktifa edilmiş, bazan uzun bir şi­irin muhtelif parçalan, bunlara birinci derecede hâkim olan fikirlere göre ayrı ayrı yerlere konulmuştur.

Arap şiir tarihinin en mühim kaynak­larından biri de. umumiyetle ilk numu­neleri tabakâtü'ş-şuarâ, ahbâru'ş-şuarâ. kitabü'ş-şi'r ve'ş-şuarâ. mu'cemü'ş-şuarâ veya bunlara yakın bir ad taşıyan, sonraları daha değişik isimler altında telif edilen eserlerdir. Şairleri devirleri­ne, değerlerine ve bazan da alfabetik olarak adlarına göre tertip eden bu eserler, ihtiva ettikleri biyografik bilgi ve tenkidî mülâhazalarla zikredilen şiir mecmualarından birçok bakımlardan ayrılıyorsa da ihtiva ettikleri bol metinler­le onlara en çok yaklaşan teliflerdir.

Bu sahada yazılmış ilk eserlerden bu­gün elimizde bulunanların başlıcaları, İbn Sellâm el-Cumahî'nin (ö. 231-846) Câhiliye devri şairlerinden Emevîler'in so­nuna kadar geçen devrede yetişmiş şa­irleri içine alan Tabakatü'ş-şu'arâ’ ad­lı eseri, şair halife İbnü'l-Mu'tezz'in (ö. 296-908) Abbasî devrinde yetişen şair­ler hakkında en mühim eserlerden biri olan Tabakatü'ş-şu'arâ’ i'l-muhdeşîn’i İbn Kuteybe'nin (ö. 276-889), şiirin ve şairliğin mahiyeti hakkında günümüzde bile değerini koruyan fikirler ihtiva eden çok ehemiyetli uzunca bir mukaddime­den sonra, başlangıçtan III. (IX.) yüzyılın ortasına kadar gelen şairlerin hal ter­cümelerine dair bilgiler ve şiirlerinden parçalar veren ve tarzının en karakte­ristik numunesi olan eş-Şir ve'ş-şu’ara’ isimli eseridir. Ebü'l-Ferec el-İsfahânî'nin (ö 356-967) tarih ve kültür tari­hi bakımından olduğu kadar, başlangıç­tan III. yüzyıla kadar gelen devre­nin edebiyat tarihi için de emsalsiz bir kaynak olan Kitâbü'l-Eğânî'si de bura­da zikredilmelidir. el-Merzübâni’nin (ö. 384-994), bu gruptaki eserlerden olup şairleri isimlerine göre alfabetik olarak sıralayan ve kısmen günümüze kadar muhafaza edilmiş bulunan Mu'cemü'ş-şu'arâ’ adlı eseri de bu cümledendir.

es-Seâlibî'nin (ö. 429-1037) pek bol sayıdaki eserlerinin birçoğu, bilhassa hic­ri IV.  yüzyıl ile V.  yüzyılın başları­na ait geniş ve rakipsiz malzemeyi ihtiva eder. Bu müellif, Yetîmetü'd-dehr'inde muasırları ile kendisinden bir evvelki neslin şairlerini, Hârizm, Horasan, Sicistan'dan Endülüs'e kadar memleketleri­ne göre gruplandırarak zikreder ve hal tercümelerine dair kısa bilgilerle birlikte şiirlerinden bol numuneler verir. Yetîmetü'd-dehr, bizzat müellifin, daha son­ra da başkalarının yaptığı zeyilleriyle bil­hassa İran, Horasan, Mâverâünnehir gibi İslâm dünyasının doğu ülkelerinde geli­şen Arap edebiyatının rakipsiz kaynağı olmuştur.

Bunların yanında başta gramerler, lugatlar ve diğer filolojik eserlerden, şi­ir tenkit ve tahliline dair teliflerden, “Edeb”e dair kitaplardan tarihe ve tefsir­lere kadar çok çeşitli sahalardaki eser­ler farklı ölçülerde eski şiirin intikaline hizmet etmişlerdir.

Bununla beraber daha İbn Sellâm el-Cumahî, zamanında eski şiirin büyük kısmının zayi olduğundan yakınır.  Kalan kısmın der­lendiği eserlerden de yine pek azı gü­nümüze kadar gelebilmiştir. Bu eserler­den bize kalabilen kısmının kaybolana nisbetini anlamak için Ebû Amr eş-Seybânî'nin seksen küsur kabilenin şiirle­rini topladığı mecmualardan bugün eli­mizde hiçbirisinin bulunmadığı, bu âli­min ve daha başkalarının çalışmalarına dayanarak es-Sükkeri’nin tedvîn ettiği. herhangi bir kabilenin bütün şairlerinin şiirlerini ihtiva eden bu tarz mecmua­lardan günümüze sadece bir tanesinin kaldığını hatırlamak kâfidir.

e) Daha milâdî VI. yüzyıldan itibaren şairler sanatlarının en mühim malzeme­si olan, gelişmiş ve lügat hazinesi son derecede zengin bir dile sahiptiler. Arap yarımadasında, yukarıda belirtildiği gi­bi, mevcudiyeti bilinen muhtelif lehçele­re rağmen en eski numunelerinde de şairlerin umumiyetle müşterek bir şiir dili kullandıkları görülmektedir. Klasik Arapça'nın dayandığı, fasih kabul edilen edebî lehçelerden beslenmiş olan bu şiir dili, bilhassa lügat bakımından çok zen­gindi. Bu sebeple eski şairler eşya ve mevcudatı ifade ederken zihnin tasnife ve umumileştirmeye gidişini bildiren ke­limelerden ziyade etraflarında müşahe­de ettikleri şeylerin muhtelif hal ve vaziyetlerdeki farklı görünüşleri için ayrı kelimeler kullanmışlardır. Onların dilin­de bazı hayvanlar, tabiat unsurları ve eşyanın muhtelif hal. şekil ve evsafta olanlarına delâlet etmek üzere pek çok müstakil kelimenin ve bunların mütera­diflerinin bulunması bu yüzdendir. Çok kere bu vaziyet fiillerde de görülür.

Lahmî ve Gassânî saraylarından ve Hi­caz'daki şehir hayatının kısmen hâkim olduğu, sanatkârların pek yadırgamadı­ğı muhitlerden, İslâmiyet'i müteakip te­şekkül eden daha medenî şehir muhit­lerine giren şairlerin ister istemez eser­lerinin muhtevasında olduğu kadar dil­lerinde de bir değişme oldu. Nitekim zamanla şairler lehçelerinden gelen, faz­la yayılmamış, az kullanılan kelimeleri terkettiler, güç ve tekellüflü olandan, basit ve daha yaygın olana yöneldiler.

Eski şairler uzak bir mazide gelişmiş hatta an’aneleşmiş bulunan nazım kaide­lerini, şiirin esaslarını, tatbikî olarak öğ­reniyorlardı. II.  yüzyılın ikinci yarı­sına kadar nazmı birtakım prensiplere bağlayarak izah eden nazarî bir kaynak yoktu. Nazım tekniğini sistemli bir bil­gi haline getiren el-Halîl olmuştur.

Arap nazmının en küçük nazım par­çası beyittir. Kadîm devirden beri bir beytin şekilce olduğu gibi mânaca da bir bütün teşkil etmesi âdeta bir zaru­retti. Bu husus şairi, fikrini mahdut bir hüküm çerçevesi içinde ifadeye ve teksife zorlamıştır. Bu kaidenin ancak ba­zı belli hallerde ve hususi ifade şekille­rinde dışına çıkabilen şair için “Tazmin”  kusur telakki edilmiştir. Eski şiirle­rin beyit tertipleri birbirinden farklı ri­vayetlerle intikal etmesinin başlıca se­bebi beyitlerin bu tarz yapısıdır. Bu te­lakki İran ve Türk şiirinde, bilhassa ga­zellerde daha kuvvetle yaşamıştır.

f) Câhiliye devrinde ve bu devrin şiir an'anesinin devam ettiği I.  yüzyılın ilk yarısında birbirinden açıkça ayrılan iki nazım nevi vardı: recez ve kasîd. Recez, yapısı itibariyle diğerlerinden çok farklıdır. Aruzun yine aynı adı taşıyan bahriyle nazmedilir. Recezde bir beyit, mısra diyebileceğimiz iki satırdan mü­rekkep değildir. Bir başka ifadeyle mıs­ra uzunluğunda ve birbiri ile kafiyeli kı­sa beyitler halindedir. Arap şiirinin en eski şekli kabul edildiği halde Câhiliye devrinden pek az recez muhafaza edi­lebilmiştir. Çünkü bu şekil, deveci ezgi­leri  savaşçıların birbirle­rine meydan okumaları, kadınların mu­hariplere serzenişleri, ninnileri vb. gibi ani ilhamların irticalen ifadesinde kulla­nılırdı. Bunlar umumiyetle kısa şiirlerdi. en-Nâbiga, Züheyr. Antere, Tarafe, Alkame gibi birçok büyük şairde receze tesadüf edilmez. Başlangıçta yüksek sa­nat şekli sayılmayan recezi, kaside tipin­de dahilî planı olan uzun şiirler haline ka­vuşturan şair el-Ağleb b. Cüşem el-İclî (ö. 21-642) olmuştur. Bu yeni tip recezlere urcûze denmiştir. Sonraları gittikçe rağbet gören bu tarz bazı sanatkârların eserlerinde büyük ölçüde yer aidi; hat­ta zamanla. el-Accâc (ö. 97-715-16) ve oğlu Ru'be (ö. 145-762) gibi ilhamlarını yalnız urcüzelerle terennüm eden râcizler yetişti. Diğer taraftan bu şekil mahallî dil unsurlarını bol ve rahat kullanma an'anesine de bağlı kal­mıştır. Bu sebeple recezlerde nâdir ke­limelere çok yer verilmiştir.

Recezin eriştiği bu parlak devir uzun zaman devam etmedi. Abbasî devrinin başlarından itibaren bu şeklin kullanış sahası âdeta sınırlanarak hikâye, fıkra, tasvir, öğretici eserler vb. gibi bazı mev­zulara tahsis edildi. Bununla beraber ur­cûze, başta mesnevi olmak üzere bazı ehemmiyetli nazım şekillerinin doğma­sını sağladı. Mesnevi şekline Arap şiirin­de müzdevic şiir veya müzdevice den­miştir. Urcûzelerin birer mısra uzunluğundaki kısa beyitlerinin ikişer ikişer kafiyeleri meşinden ibaret olan müzdevice, uzun manzumelerin yazılabilmesine imkân vermiştir. Mesnevi şeklinin öteden beri eski İran şiirinden geldiği söylenirse de bu nazım şeklinin Arap edebiyatında tabii bir gelişme ile doğ­duğunu gösteren deliller vardır. Nite­kim daha Câhiliye devrinde mevcut olduğu anlaşılan bu şekil, hicrî II. asrın ilk yansında hayli yaygındı.  II.  yüzyıldan iti­baren rağbet görmeye başlayan bu tarz. Ebu Nüvâs (ö. 198-813), Ebü'l-Atâhiye (ö. 211-826), İbnü'l-Mu'tezgibi muhdes şairlerin eserlerinde yer almıştır. İbn Abd Rabbihi'nin (ö. 328-940), Endülüs Emevîleri'nden III. Abdurrahman b. Muhammed'in 301-322  yılları arasın­daki gaza ve fetihlerine dair 445 beyitlik şiiri, bu tarzın tarihîdestanı mevzu­larda Rrdevsî'nin (ö. 416-1025) eserin­den önce de kullanıldığını göstermesi bakımından mühimdir.

Şiir için kullanılan eski tabirlerden kasîd ise, ikişer mısra  uzunluğun­da ve birbiri ile kafiyeli beyitlerden müteşekkil, tam ve meczû* vezinlerle nazmedilen manzumelere delâlet etmiştir. Aynı kökten iştikak eden kaside, kasîd şeklinde fakat uzun bir şiir olup sadece şekle ait bir hususiyeti değil, aynı za­manda muayyen mevzuların dahilî bir tertip ve nizam içinde işlenmesini de ge­rektiren bir edebî nevidir. Arap şiirinin en eski numunelerinde yüksek sanat eserleri bu tarzda söylenmişlerdir. Kasidenin tabii bir gelişme sonunda zaman­la kazandığı bu plan başlangıçta kati değildi. İslâmî devrin ilk şairleri ve daha sonra nazariyatçılar kasideyi, eski bedevî şairlerin tasvir unsuru olarak kul­landıkları tabiat ve eşyaya göre sınır­landırarak şekil ve muhteva planı bakı­mından sert hükümlere bağladılar. Bu­nunla beraber hayatı ve tabiatı selefle­rinin çizdiği tablolarında görmek ve on­ların benzerlerini vermek isteyen sanat­kârların yanı sıra. başlangıçta karşılaş­tıkları yadırganmalara rağmen Ebû Nü­vâs, Ebü'l-Atâhiye ve el-Mütenebbî gi­bi kasidenin iç yapısını ve muhtevasının unsurlannı arzu ve mizaçlarına göre de­ğiştirenler de kendilerini büyük sanat güçleri sayesinde kabul ettirdiler.

Klasik kasidenin iç yapısı, muhteva pla­nı ekseriya üç merhalelidir. Şiire, terke­dilmiş bir konak yerinin  tasviriyle başlayan şair, birinci kı­sımda ayrılık ve hâtıra temleriyle sevgi­lisinden ve aşkından bahseder. Nesib denen bu kısmı, çölde geçen uzun. yo­rucu, tehlikeli bir yolculuğun ve şairin bu yolculukta bindiği devenin, rastladı­ğı bir çöl hayvanının tasviri takip eder. Üçüncü kışım kasideye hüviyetini veren asıl mevzua  ayrılır. Da­ha milâdî VI. yüzyılın başlannda klasik kasidenin bu iç planı şiirde gelenek ha­line gelmiş bulunuyordu.

Eski şairlerden kaside gibi dahilî bir planı olmayan kısa manzumeler de inti­kal etmiştir. Bunların bazıları uzun şiir­lerden kalmış parçalardır. Fakat bir kısmının aslında da böyle kısa şiirler oldu­ğu sanılmaktadır. Nitekim sonraları da aşkî, dinî, felsefî vb. bir mevzuu işleyen kıtaların söylenmesine devam edilmiştir. Kasidenin nesib kısmından ayrı. müsta­kil aşk şiirleri nazmetmeye tegazzül de­nirdi. İran ve Türk edebiyatlarındaki ma­nasıyla gazel Arap şiirinde yoktur. Bu tarz, klasik şeklini İran edebiyatında ka­zanmıştır.

Hârûnürreşîd zamanında bir câriye halk dilinde şiirler söyleme modasını aç­tı. Ayrıca bend mânasında kıtalardan mürekkep nazım şekilleri doğmaya baş­ladı. Bağdat'ta bilhassa ramazan gece­lerinde halk diliyle söylenen şarkılar kı­ta şeklinde idi. Bu kıtalardan kurulu şe­killer Endülüs'te büyük gelişme göster­di. Muhtelif şekilleri bulunan muvaşşahlar ve İbn Kuzmân'ın edebî neviler ara­sına yükseltmek istediği zecel bu cüm­ledendir. Bu hareketler nazmı şekil ba­kımından zenginleştirirken klişeleşen es­ki şiir dilinin sert kayıtlarını da yumu­şatıyordu.

g) Eski Arap şairi ilhamını ifadeye mü­sait ruh halini idrak ettiği zaman tefer­ruata kadar inen bir müşahede kudretine sahip gözlerini iç âlemine değil mü­şahhas âleme çeviriyordu. Zamanla bu davranış oldukça değişti. Şairler yine ha­ricî âlemden aldıkları ilhamı, selefleri­nin eserlerinden seçilmiş unsurları, bir­takım ince ve muayyen hendesî nisbetlerle tanzim suretiyle inşâ ettikleri ken­di sanat dünyalarında işleyip ifade ede­bilmek için gözlerini dışarıya kapamayı tercihe başladılar.

Gerçek sanatın her devir ve muhitte­ki tezahürlerinde olduğu gibi eski Arap şiirinde de zemini beşerî duygular teş­kil ediyordu. Pek tabii olarak zaman ve muhite bağlı birtakım âmiller bu duy­guların hem tezahürlerini, hem de ifade tarz ve şekillerini hususileştirmiş. onla­ra kendi aralarında öncelikler vermişti. Bu arada Câhiliye devri şairinin cemiyet­te işgal ettiği yer, onun sanatının mev­zuunda çok müessir olmuştur.

Klasik Arap şiirinin belli başlı mevzu­ları şunlardır: Övme,  ve övünme,  mersiye söyleme,  hicvetme kadından ve aşktan bahsetme,  özür, af ve şefkat dileme,  tasvir,  yiğitlik, kahramanlık, bahadırlık ayrıca zühd. edeb ve hikem. kadın ve şaraba vb. dair hafif mevzular.

Bunlardan ilk üçü klasik kasidenin en mühim mevzularıydı. Methedilen şahsın övülecek vasıfları, taşıdığı taç, ziynet gi­bi arızî şeyler değil cesaret, kahraman­lık, cömertlik, himaye ve yardım, hissi­yatına hâkim olma  vb., daha son­raları bilhassa adalet, iffet gibi zatî me­ziyetleridir. Fahrin esaslarını da aynı sı­fatlar teşkil eder. Şair şahsı, cedleri ve kabilesiyle övünürken bu sıfatların te­zahürlerini sayıp dökerdi. Böylece mu­hitin en çok ehemmiyet verdiği iki şey. cesaret ve cömertlik, şiirde büyük bir yer işgal etmişti. Yiğitlik, kahramanlık şiirlerine, garipleri sofraya davet için çöl gecelerinde yakılan ateş temleriyle cö­mertliği işleyen manzumelere eski şiir mecmualarında müstakil bablar ayrılma­sı bu yüzdendir. en-Nâbigatü'z-Zübyâni’nin içten bağlı olduğu hamisine özür dilemek için söylediği meşhur kasidele­ri itizar nevinin ilk örnekleri sayılmıştır. Esas noktalarında medihle birleşen bu şiirlerin müstakil bir nevi haline gelerek devam etmesinde, her halde en-Nâbiga'nın büyük sanat kudreti âmil olmuş­tur. Ona bu tarzda, sonraki şairlerden yalnız el-Buhtürî'nin erişebildiği kabul edilir.

Risâ’da ölümü üzerine acı duyulan bir kimsenin yukarıda anılan sıfatlarla övülmesidir. Bu tarz şiirlerde ekseriya ka­dın şairler temayüz etmiş, bir taraftan gidene ağlarken diğer taraftan yakınla­rını onun intikamını almaya çağırmış­lardır.

Hicvin en eski şekli muhtemelen irticâlî recezdi. Kaside şeklindeki hicivlerin dahilî planı nesib-hiciv veya nesib -hiciv-fahr şeklindedir. Yerilen, hakaret edilen şahısta sayılan sıfatlar korkaklık, cimri­lik vb. gibi medih ve fahrdakilerin zıddıdır. Hicvin içtimaî hayatla çok sıkı bir bağı vardı. İki şahıs veya zümrenin düş­manlık ve mücadelesinde kullanılan bu en korkunç silâhın hedefi şeref ve hay­siyetti. Bu silâh mukabeleyi de gerektiriyordu. Nakiza da  bu ara­da zikredilmelidir. Şairlerin birbirlerine nazîreler şeklinde söyledikleri bu hiciv­ler daha Câhiliye devrinde de mevcut­tu; fakat en meşhur numuneleri Emevîler devrinde Cerîr ile el-Ferezdak ve el-Ahtal mücadelesinin hâtıralarıdır.

Aşk şiirlerini, yukarıda işaret edildi­ği gibi, kasidenin bir parçası olan nesib ile kadınlara düşkünlükten ve aşktan bahseden manzumeler teşkil ediyordu. Câhiliye devri sanatkârları bu mevzuda umumiyetle gerçekçi ve bazan pervasızdırlar. Daha sonra en çok değişen hu­suslardan birisi aşk telakkisi ve onun İfade tarzı olmuştur. Daha Emevîler dev­rinde bu mevzu, kasideyi asıl gayeye sevkeden bir vesile olmaktan kurtula­rak bir kısmı bedevî, diğer bir kısmı şe­hirli iki grup sanatkârın eserlerinin asıl rengini teşkil etti: Cemîl. Küseyyir ve Kays b. el-Mülewah'ın temsil ettikleri temiz, hazin ve ulvî aşk, tasavvufî eser­lerde ve romantik hikâyelerde geliştiril­di. İbn Ebî Rebîa gibi şehirliler ise yeni şehir hayatının zevke bağlı maddî aşkı­nı şuh bir ifade ile terennüm ettiler.

Tasvir de kasideye bağlı olup eskiden beri mevcuttu. Tasvirî parçalar arasın­da tabiat, çöle mahsus av hayvanlarının, bedevî hayatında mühim yeri olan deve vs.’nin, çok defa zengin ve güç bir lügat malzemesiyle yapılmış en ince teferrua­ta kadar inen tasvirleri vardır. Bunlarda bugün gerçek şiirin zevkini bulmak zor­dur. Bununla beraber bazan hareket ha­linde tabiat ve hayat levhalarının pek canlı ifadelerine de rastlanır.

Câhiliye devri şiirinde din az ve müp­hem bir yer tutar. Bunun yerini, mükem­mel insan tipinin hasletlerinden bahse­den edebe ait parçalarla ölüm karşısın­da beşerin aczini ifade ve hayat tecrü­belerini aksettiren öğütler, hikemî söz­ler alır. Dünyevî nazları terk ile Allah'a yönelişi  anlatan şiirler sonraları sık sık işlenmiştir. Tasavvufî şiirler ise ancak Ömer b. el-Fârız'ın (ö. 632-1235) eserlerinde ilk büyük mümessiline eri­şebilmiştir.

Nihayet II.  yüzyıldan itibaren di­vanlarda ayrı bir bölüm teşkil edebile­cek kadar yer alan şarap şiirleri ile av şiirleri de bu arada zikredilmelidir. İlk defa Ebû Nüvâs'ın divanında müstakil bir bab olarak görülen av şiirlerinin ço­ğunda av köpeği, doğan ve at tasvir edil­miştir. Eski bedevî şairlerde de yaban öküzleriyle  av köpeklerinin mücadelesi sahnelerinin tasviri görülür­se de Ebû Nüvâs'ta bulduğumuz ve son­ra İbnü'l-Mu'tezz'in geliştirdiği tarz ye­ni bir başlangıç sayılmaktadır.

Arap şiirinde İslâmiyet'ten önce ve onu takip eden birkaç yüzyılda işlenen mev­zuların temlere kadar inen teferruatlı bir listesini örnekleriyle birlikte, mese­lâ el-Buhtürfnin el-Hamâse'sinde, Ebû Hilâl el-Askerî'nin Dîvânü'l-me’ânî'sinin bab ve fasıllarında, es-Seâlibi’nin bö­lümleri mevzulara dayanan mecmualar şeklindeki eserlerinde vb. görmek müm­kündür.

Yukarıda inkişafına temas edilen ve belli başlıları anılan nazım şekillerine IV.  yüzyıldan itibaren ilâve edilen İran menşeli rubâî de  anılırsa Arap şiiri, gerek şekil gerekse muhteva bakımından kayda değer bir değişikliğe uğramaksizın hemen hemen XIX. yüzyı­la kadar devam etmiştir.

 

3) a) Araplar arasında nazımın yanın­da nesir de bir sanat olarak çok eski­den beri işlenmiştir. Fakat eski Arap nesrinden şiire nisbetle çok az yadigâr kalmıştır. Çünkü nesir, bir dereceye ka­dar aynen muhafaza ve tekrarını gerek­tiren nazım kadar bozulmalara karşı da­yanıklı değildir. Bununla beraber kalan örnekler, daha İslâmiyet'ten önce keli­melerin seçilişinden ifade tarzına kadar bazı zevk ve sanat endişelerinin mah­sulü olmakla konuşma dilinden ayrılan bir edebî nesrin birkaç yönde gelişmiş bulunduğunu göstermektedir.

Bu eski örneklerin başında atasözlerine benzeyen darbımeseller gelir. Her atasözü darbımesel, daha doğrusu mesel değildir. Mesel  “Kıs­sa, hikâye” demek olup Türkçe'ye ma­sal şeklinde geçmiştir. Darbımesel ise bir hal veya hadiseye uygun mesel  getirmek, anlatmaktır. Cere­yan etmiş veya benzeri yaşanabilir ha­yalî bir kıssa, ekseriya ne gibi neticeler doğurabileceğini anlatmak için nakledilir. Şu halele bir meselde mutlaka bir kıssa ile çoğu zaman kıssanın sonunda yer alan ve onun ana fikrini ifade eden, kıssayı hatırlatmaya kâfi gelebilecek bir cümle, hatta bazan tabir şeklinde yaşa­yacak olan bir ibare bulunur. Kıssa bilindiği için yalnız bu ibare söylenir. Ço­ğu temsil, teşbih ve mecaza dayanan bir icazın hâkim olduğu bu sözler bir hük­mün, bir fikrin kısa bir cümlede tam te­sirli ifadesini sağlayan bir üslûbun ör­neği olmuştur.

Ernsâl, lügat ve gramer bakımından taşıdığı ehemmiyet, bazılarının tarihî ha­diselere ve mühim şahsiyetlere bağlı ola­rak doğmuş olması, bir kısmının alela­de hayatla ilgili olmakla beraber her za­man karşılaşılabilecek hadiseleri ve ka­rakterleri mizah ve hiciv unsurlarıyla, bazan ibret ve nasihat telkin eden hike-mî bir eda ile ifade etmeleri gibi husu­siyetleri sayesinde daima alâka uyandır­mıştır. Bu sebeple Araplar emsalin tedvînine çok eski bir tarihte başlamışlar­dır. Nitekim bir rivayete göre Câhiliye şairlerinden Bişr b. Ebî Hâzim'e isnad olunan bir beytin ikinci satırını teşkil eden bir mesel, anonim kabile divanla­rından olduğu anlaşılan “Benü Temîm'in kitabı'nda bulunmuştu.  Mi­lâdî VII. yüzyılın başlarında yazılı olarak mevcut olduğu anlaşılan Mecelletü Lokman'da her halde temsilî kıssalarla ve­ciz sözler vardı. Bununla beraber İslâmî devrede emsale ait eser verdikleri tesbit edilebilen şahsiyetler, Halife Muâviye zamanında bilgilerine başvurulan ensâb âlimi sahâbî Suhâr el-Abdî ile Yemenli ahbâr âlimi Abîd b. Şeriyye ve bunlarla muasır olan İlâkatü'l-Kilâbi’dir. Muhte­lif mevzulardaki eserlerin birçoğunda emsale hususi bir bölüm ayrılmış, ay­rıca müstakil eserler tertip edilmiştir. Darbımesellerin izahı sırasında nakledi­len kıssalarla hikâye üslûbunun da ge­lişmesine yardımcı olan, bu sahada ya­zılmış mevcut ve müstakil eserlerin belli başlıları, el-Mufaddal ed-Dabbî'nin Emşâlü'l-'Arab, Ebû Ubeyd el-Herevî'nin (ö. 223-837) daha önceki eserlerin muh­tevasının terkibi mahiyetindeki Kitâbü'l-Emşâl'l el-Mufaddal b. Seleme'nin (ö. 291-904) el-Fâhir adlı eseri. İbnü'1-Enbâri’nin (ö. 328/940) ez-Zâhir'l Hamza el-İsfahânrnin (ö. 351-962 |?|) ed Dürretü'l-fâhire'si Ebû Hilâl el-Askeri’nin (ö. 400/1009'dan sonra) Cemheretü'l-emşâî adlı çalışması. Ebû Ubeyd el-Bekri’nin (ö. 487-1094) yukarıda anılan ikin­ci eserin şerhi olan Fasîü'l-kemâli, el-Meydâni’nin (ö. 518-1124) bu sahada en tanınmış eser olan Mecmacu'l-emşal'i ile ez-Zemahşerî'nin (ö. 538-1144) el-Müstakşâ'sidır.

Birtakım masalların ve bu arada bil­hassa temsilî bir tarafı olan fabl’ların da Araplar arasında eski bir mazisi vardır. Ancak bunlar şiir ve darbımeseller gibi alâka görmemiş, bazı telmihler ve İkti­baslar sayesinde pek mahdut ölçüde in­tikal edebilmiştir. Darbımesellerin men­şeleri hakkında nakledilen hadise veya hikâyeler, şiirlerin hangi vesilelerle söy­lenmiş olduklarına ait rivayetler yanın­da nesrin gelişmesini hazırlayan daha büyük bir âmil. eyyâmü'l-Arab'a  dair rivayetlerdir. Ço­ğu Câhiliye devrinde, bir kısmı İslâm'ın ilk zamanlarında cereyan etmiş kabileler arası küçük veya büyük mücadelelerin bu vesilelerle söylenmiş şiirlerle birlik­te nakledilen menkıbevî rivayetleri, se­mer denen gece sohbetlerinin en renkli mevzuu idi. Araplar'a dair eski bilgiler  nakledenler ve daha sonra bu sa­hanın  âlimleri  eyyâmü'l-Arab  hakkındaki rivayetleri topladılar. Meselâ Ebû Ubeyde (ö. 210/825), zamanına kadar ge­len bilgileri, biri yetmiş beş, diğeri 1200 güne dair iki eserde toplamıştı. Bugün elimizde bulunmayan bu eserler sonraki âlimlerin çoğunun kaynağını teşkil etmiştir. Bir taraftan şiire, diğer taraftan tarihe olan sıkı alâkası sebebiyle muhte­lif tipte eserlerde, meselâ Kitâbü'1-Eğâni'de. eski şiir mecmualarının şerhlerin­de dağınık halde verilen bu bilgilere el-îkdü'l-ferid  gi­bi eserlerde hususi bablar ayrılmıştır. eş-Şimşâtî’nin Kitâbü'l-Envar’ı, bir araya getirdiği ri­vayetler ve şiirlerle eyyâmü'l-Arab'a da­ir başlıca kaynaklardan biridir.

b) Her toplulukta olduğu gibi Araplar arasında da çok eskiden beri birtakım menkıbeler, masal ve hikâyeler anlatıl­makta idi. Bunların bilhassa bahsedilen gece sohbetlerinde ayrı bir yeri olmalı­dır. Bu anane devam etmekle beraber İslâmiyet'in doğuşundan sonra halka hatta orduda askerlere ahlâk ve şecaat telkin eden menkıbeler, eski peygam­ber kıssaları anlatan kussâs  vazifelendirilmişti. Hikâye tarz ve üslû­bu, eski bir an'anenin devamı olarak ve sözlü yolla devam ederken İslâm'ın yayılışıyla Araplar'ın daha yakın temas kurdukları yabancı kaynaklardan da bes­lenmek imkânını buldu. Nitekim İbnü'n-Nedîm'in el-Fihrist'inden  öğrenildiğine göre daha IV.  yüzyılın son yansında hikâye ve masal tarzına gire­bilecek kitapların sayısı 200'ün üstün­deydi ve bunların arasında Hezâr Efsâ­ne, Kitâbü Sindbâdi'l-hakîm, Kelîle ve Dimne ve yine kahramanları hay­vanlar olduğu anlaşılan hikâyeler, Pehlevî dilinden tercüme edilen İran veya Hint kaynaklı eserler ile Yunanca'dan tercüme edilenler vardır. Arap menşeli ve çoğu belli şahısların maceraları etra­fında teşekkül etmiş aşkla ilgili hikâyelerse anılan yekûnun yarısını geçmekte­dir. Bunlardan biri, bütün İslâmî edebiyatların müşterek klasik mevzularından olan Mecnûn ve Leylâ'dır. Daha Arap­ça'ya çevrilmeden önce el-Mes'ûdînin de (ö. 345-957) bahsettiği Hezâr Efsâne'nin  içine aldığı hikâyelerin neler olduğunu açıkça bilmiyoruz. Ancak İbnü'n-Nedîm'in kısaca naklettiği çerçe­ve hikâyenin kadrosu içinde gelişen Elf leyle ve leyle  masalları tar­zının, bütün edebiyatlarda mevcut sayılı şaheserleri arasında yer almıştır. DIA 3. ciltten yazılmıştır.

 
toplam 56356 ziyaretçiziyaret etti
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol