1) Arap edebiyatı, muhtelif yönleriyle geçirdiği safhaları ve tarihî tekâmülü göz önüne alınarak bazı devrelere ayrılır. Yukarıda işaret edildiği gibi, birbirinden çok uzak ve geniş bölgelere yayılmış olan Arapça'nın zamana ve çevreye göre değişen şartlar altında verdiği çok sayıda edebî mahsullerin tasnifini kolaylaştırmak için farklı görüşlere sahip olanlar tarafından birtakım devreler kabul edilmiştir. Bu devreler kısaca şöyle zikredilebilir: Câhiliye devri veya İslâmiyet'ten önceki Arap edebiyatı; ilk İslâmî devir edebiyatı Abbasîler ve Endülüs Emevîleri devri edebiyatı: II. yüzyıl ortaları - Vlll. yüzyıl ortaları; Abbâsîler'den sonra XI. yüzyıl sonlarına kadar uzanan devre; XIX. yüzyıldan bugüne kadar gelen yeni Arap edebiyatı denilen devre. Bunlar da kendi içlerinde tâli devrelere, çevre ve edebî nevilere göre bölümlere ayrılabilir.
2) Anonim eserler bir tarafa bırakılırsa Arap edebiyatının bugün elde bulunan en eski eserleri, milâdî V. yüzyıla kadar çıkan şiirlerdir. Bu numuneler bugün mevcut halleri, dil ve üslûp hususiyetleri, nazım tekniği vb. gibi bakımlardan uzun bir geçmişte gelişmiş bir sanat geleneğine dayandıklarını kabul ettirecek olgunluktadır.
Eski müellifler, birbirini takip eden devirleri ve nesilleri göz önüne alarak şairleri tabakalara, dolayısıyla Arap şiir tarihini devrelere ayırmışlardır. Bu taksim, eski müelliflerin dil ve edebiyat çalışmalarıyla yakından ilgilidir. Yukarıda bahsedilen fasih Arapça'nın kaidelerini tesbit eden ve lügat hazinesini meydana getirmek için kelime derleyen dil âlimleri, dile ait eski malzemeyi değerlendirip ondan faydalanırken bu tabakalara, çalışmalarında ölçü olarak kullandıkları birtakım değerler verdiler. Daha çok devirlere dayanan, kendi içerisinde de nesil nesil tabakalara bölünen ana gruplar şunlardır:
1) Câhiliyyûn. Câhiliye devri, yani İslâmiyet'ten önceki devir şairleri.
2) Muhadramûn. Sanat hayatlarının bir kısmını Câhiliye, bir kısmını İslâmî devirde geçirmiş olanlar.
3) İslâmiyyûn. İslâmî devrin ilk şairleri. Bunlar bir evvelki nesli takip eden ve aşağı yukarı Emevîler devrinin sonlarına kadar geçen devrede yaşamış bulunan şairlerdir.
4) Müvelledün veya muhdesûn, yani bedevinin aksine yerleşik, şehirli veya yeni şairler. Muhdes şairlerin ilki Beşşâr b. Bürd (ö. 167-783) sayılmıştır.
5) Zamanla muhdes şairler de geride kalınca müellifler kendi zamanlarındaki şairlere umumiyetle asriyyûn yani muasırlar demişlerdir. Anılan ilk üç gruptaki şairler Arapça'nın lügat hazinesini ve gramer kaidelerini tesbitte, dil ve edebiyat âlimlerinin şiirlerini şâhid olarak kullandıkları kudemâ denilen sanatkârlardır. Nitekim Emevîler devrinin el-Ahtal, el-Ferezdak ve Cerîr gibi büyük şairleri eski şiir geleneğini ve fasih Arapça'yı sürdürmüşlerdir.
a) Câhiliye diye anılan İslâmiyet'ten önceki devirde şiirin içtimaî hayatta ehemmiyetli bir yeri, çok büyük ve hayatî bir tesiri vardı. Bu şiirlerin kısmende olsa hafızalarda yaşatılıp korunmasını, bunların topluluğun ortak duygularına ve hayata sıkı sıkıya bağlı olması sağlamıştır. Şairin eserinin kaynağı, çok defa kendi duyguları ile çevresinin duygularının birleştiği noktalardır. İster eş-Şenferâ ve Teebbeta-Şerran gibi fakir ve yağmacı bir haydut, ister Kinde Melikliğinin talihsiz vârisi İmruülkays gibi bir prens veya Amr b. Külsûm gibi bir kabile reisi olsun, şair daima arasında yetiştiği topluluğun üzerinde hassasiyetle durduğu birtakım hasletleri temsil ve ifade ederdi. Kabile veya kabileler birliğinin sözcüsü olarak siyasî müzakerelere katılan heyetlerde şairin yeri ve vazifesi vardı. Kabile, hayatının, hissiyatının, geçmişteki övünülecek şeylerinin, zaferlerinin, düşmanlarına karşı beslediği kin ve intikamın, onları küçültücü hicivlerin, etrafını çeviren tabiatın en güzel ifadesini şairin sihirli sözlerinde bulur ve bütün bunları ondan beklerdi. Bu sebeple de onun şiirinin korunmasına ve yayılmasına çalışırdı. Bilhassa seyyidinin bu sihirli ve tesirli silâhla mücehhez olması kabile için büyük bahtiyarlıktı. Bu kabileden şair çıktığı zaman bayramlarda, düğünlerde olduğu gibi şenlik düzenlenir, ziyafet verilirdi. Çünkü manevî değerlerin koruyucusu olan büyük şairler yetiştirmiş olmak onlar için gurur ve şeref, buna karşılık şairlerden mahrum bulunmak, sadece bahtsızlık değil aynı zamanda utanç ve ayıplanma vesilesiydi.
Dil bilhassa bu suretle işlenegeldiği gibi, eski Arap cemiyetinde diğer bilgiler de şiire aksettiği nisbette yaşamış ve nesilden nesile aktarılabilmiştir. Nitekim Halife Ömer b. el-Hattâb (ö. 23-644), bu eski topluluğun en eski bilgi kaynağının şiir olduğuna işaret etmişti. İbn Abbâs'ın da tekrarladığına bakılırsa eskiden beri yaygın olduğu anlaşılan bu fikir üzerinde daha sonraları haklı olarak ısrarla duran eski müellifler, şiirin bahis mevzuu Arap topluluğundaki yerini ve ehemmiyetini belirtmişler, onun Araplar'ın bütün bilgilerini derleyen, içine alan, şan ve şereflerini koruyan, geçmişteki büyük başarılarını, hâtıralarını unutulmaktan kurtarıp yaşatan ana kaynakları olduğunu anlatarak eski tarihlerine dair rivayetlerden, soylarına, neseplerine, âdet ve geleneklerine, atlara, yıldızlara, tabiat hadiselerine kadar çeşitli sahalardaki bilgilerinin şiir sayesinde korunabildiğini söylemişlerdir.
Çok eskiden beri şairin kendisiyle alışkanlık, dostluk kurduğu bir cine sahip bulunduğuna inanılıyordu, İslâmiyet'ten sonra da bir süre yaşayan bu inanış, eski şairin ilham kaynağını, irtibat halinde bulunduğu bu cin vasıtasıyla bu dünyanın ötesinde sihirli bir âleme bağlıyor, böylece onda tabiat üstü bir kuvvet görüyordu. Bu sihirli gücü onun bilhassa hicivlerinin tesirini arttırıyordu.
Eski Arap cemiyetinde bitip tükenmek bilmeyen kabile mücadelelerinde ölenlerin ardından ağlayan, hâtıralarını mersiyelerinde yaşatan, ölenlerin yakınlarını intikama teşvik eden kadın şairlerin de ayrı bir yeri ve vazifesi vardı.
Câhiliye devrinde Arabistan'da edebiyatı ve bilhassa şiiri teşvik eden vesileler ve çevreler, hatta sanatkârların birbirleriyle yarıştıkları müsabakalar vardı. Bir geleneği olduğu anlaşılan bu merasimler, her yıl kabileler arası savaşların, kavgaların kesildiği bir nevi mütareke devresi sayılan belli günlerde Zülmecâz, Zülmicenne, Ukâz ve Dûmetülcendel vb. gibi yerlerde kurulan panayırlarda yapılırdı. Zamanın en büyük şairinin hakemlik ettiği bu müsabakalar, şiirlerin yayılmasını ve yeni sanatkârların tanınmasını sağlardı. Milâdî VI. yüzyıldan herhalde daha eski bir tarihten beri bazı şairler kabilelerinden ayrılarak birtakım koruyucular yanında gezgin övücüler haline gelmişlerdi. Bu şartlar altında da şairler, büyük nüfuz sahibi bir kimsenin yanında, yeni bağlarını kesmediği kabilesinin menfaatlerini korumaktaydı. Böyle şairleri çeken, şehir hayatının oldukça teşekkül ettiği merkezlerin başında milâdî VI, yüzyılın ikinci yansından itibaren el-Mütelemmis, Tarafe. en-Nâbigatü'z-Zübyânî ve Hassan gibi şairlerin toplandıkları Lahmî ve Gassânî meliklerinin muhitleri zikredilebilir. Çölden, bedevî muhitinden gelen şiir geleneği buralarda, bedevî şairin fazla sert ifadelerini yumuşatabilecek şehir hayatından doğmuş farklı bir hassasiyet ve zevk, yabancı tesirlere açık bir muhit bulmuştu. En parlak devrini Lahmî meliki III. en-Nu'mân'ın devrinde yaşayan Hîre'nin 602'de sönüşünden sonra, bilhassa Hicaz'ın muhtelif yerlerinde teşekkül eden merkezlerde şiir yine rağbet görmekte devam etti.
b) İslâmiyet'le bu sanat yeni bir safhaya girmiştir. Müşrikler Hz. Peygamber'e karşı mücadelelerinde bu eski silâhtan faydalanmak istemişlerdi. Fakat sadece Hz. Peygamber'in affını değil takdirini de elde ettiği meşhur kasidesi ile Arap edebiyatında unutulmaz bir yer kazanmış olan Kâ'b ve bilhassa Hassan gibi şairler, bu eski sanatı İslâmiyet'in himaye, hatta teşvikiyle devam ettirdiler. Hz. Peygamber'den sonra ilk halifelerin de şiirden çok iyi anlayan şahsiyetler olduğu bilinmektedir. Bu arada Hz. Ömer ve Hz. Ali hususiyetle anılmaktadır.
Sürin Araplar için zikredilen ehemmiyeti bir yana. İslâmiyet'le beraber başka bir ilgi vesilesi daha doğdu: Kur'an ve hadisin dil inceliklerini anlamak, gramer ve lügat güçlüklerini açıklamakta eski şiirden faydalanıldı.
Bu devreden sonra şiir ehemmiyetini korumakla beraber gelişen içtimaî şartlara bağlı olarak şairin mesleği ve hayattaki yeri değişti. Bu şartlar onların eski siyasî nüfuz ve tesirlerini kaybetmelerine sebep oldu.
c) Yukarıda işaret edildiği gibi yazının kifayetsizliği sebebiyle yazılı bile olsa şiir, uzun zaman daha çok hafızaya dayanan sözlü rivayet yoluyla yayıldı ve korundu. Bu yüzden edebî mahsullerin bunları bozulmadan koruyabilecek bir yazıya aktarılmasına kadar büyük bir kısmı unutuldu. Ayrıca bunlar dilden dile nakledilirken ister istemez bazı zaruri değişikliklere uğradı. Eski şairlerin hususi bir râvisi, hatta bazan râvileri vardı. Şaire refakat eden râvi onun şiirini ezberler ve gerektiği zaman inşad ederdi. Râvilik şiir sanatının gelenek halindeki mektebi mahiyetindeydi. Nitekim râvilerin birçoğu zamanla nesillerinin belli başlı şairleri olmuş, onlar da kendilerinden sonraki nesillerin sanatkarlarını yanlarında râvi olarak taşımışlardır.
ç) Her kabilenin, sanatkârlarının şiirlerini, neseplerine dair bilgileri, emsalini, mefahirini yazdıkları bir divanı vardı. Bazı Câhiliye şairlerinin ifadelerine göre çok eski bir mazisi olduğu anlaşılan bu tarz eserlerin tedvininde Hz. Ömer'in emir ve teşvikiyle yeni bir safhanın açıldığı, Emevîler devrinde sayılarının çok arttığı, hatta IV. yüzyıl sonlarına kadar mevcut olup el-Âmidi’nin (ö. 370-981) bu kabile divanlarının seksen kadarından istifade ettiği bilinmektedir. en-Nu'mân b. el-Münzir'in tertip ettirdiği bu eser, herhalde bahsedilen kabile divanları tarzında bir eserdir. Câhiliye devrinde mevcudiyetini bildiğimiz bir kitap da Mecelletü Lokman olup Lokman'ın hikmetlerini ihtiva ediyordu. İslâmiyet'ten önce bedevî Araplar arasında yazı pek az, şehir muhitlerinde yerleşik Araplar arasında ise sanıldığından çok kullanılıyordu. Bununla beraber Câhiliye devrinden zamanımıza yazılı bir eser intikal etmemiştir. Hîre meliki en-Nu'mân b. el-Münzir'in (580-620) büyük şairlerin şiirleriyle mensup olduğu hanedandan gelmiş şahsiyetler ve kendisi hakkındaki methiyeleri toplatıp yazdırdığına ve bu mecmuanın I. yüzyılın ortalarında ele geçtiğine, hatta Kûfeli âlim ve râvilerin bu mecmuadan faydalandıklanna dair bir rivayet vardır.
Kısaca, İslâmiyet'ten önceki Arap edebiyatından, bu münferit teşebbüslerin mahsulü gibi görünen eserlerden başka yazılı edebî metnin intikal edip etmediğini bilmiyoruz. Edebî mahsullerin tedvînine Hulefâ-yi Râşidîn devrinde başlanmış ve bu hareket sistemli olarak kütüphanelerin de doğduğu Emevîler devrinde diğer sahalardaki tedvîn ve telif hareketlerine muvazi olarak devam etmiştir.
Yukarıda zikredilen ve yalnız bir şairin manzumelerini nakil ve rivayet eden râvileri, bir kabilenin bütün şairlerini, hatta bütün Arap şairlerinin eserlerini ezberleyip rivayet eden ‘Râviye'ler yani büyük râviler takip etmiştir. Hammâd (ö. 156-773), el-Mufaddal ed-Dabbî (ö. 170-786) ve Halef el-Ahmer (ö. 175-791) gibi büyük ve âlim râvilerin sözlü ve yazılı kaynaklardan topladıkları malzemeyi kendileri veya talebeleri tesbit etmiştir.
Bu rivayet, derleme ve tedvîn faaliyetlerinin yanı sıra, çoğu zaman aynı mecrada akan gramer ve lügat çalışmaları, isimlerini eski kaynaklardan, bu arada bilhassa İbnü'n-Nedîm'in III. yüzyılın sonlarına kadar yazılmış Arapça eserleri tanıtan el-Fihrist adlı kitabından öğrendiğimiz, fakat pek azı günümüze kadar muhafaza edilebilmiş bulunan eserlerin yazılmasını sağlamıştır. Bunlar muhtelif şairlerin şerhli veya şerhsiz divanları, bir kabileye mensup şairlerin eserlerini bir arada toplayan mecmualar ile muhtelif şairlerden seçilmiş şiir mecmuaları, şairler hakkında biyografik bilgi ve şiirlerinden örnekler veren eserler vb.dir.
d) Ebû Amr eş-Seybânî (ö. 213-828) ve es-Sükkerî (ö. 275-888) gibi âlimlerin, herhangi bir kabileye mensup şairlerin eserlerini toplayan büyük mecmualar tipindeki çalışmaları günümüze kadar gelebilmiş değildir. Bu tarz çalışmalardan sadece Hüzeyl kabilesi şairlerine dair bir tek numune kalmıştır.
Divanların yanında mühim bir yer alan, muhtelif şairlerden seçilmiş şiir mecmualarının en tanınmışı, eski Arap şiirinin en güzel kasidelerinden seçilmiş olup kazandığı rağbet ve şöhretin neticesi, muhayyile mahsulü birtakım rivayetlerle nakledilen Hammâd er-Râviye'nin derlemiş olduğu el-Mu’allakât'tır. Bu eser umumiyetle, şerhli veya şerhsiz, yedi kasideden ibaret mecmualar halinde intikal etmiştir ve ihtiva ettiği kasideler Câhiliye devrinin şu şairlerine aittir: İmruülkays.Tarafe, Züheyr, Lebîd. Sadreddin Basri'nin el-Hamâsetü'l-Başriyye adlı eserinden bir sayfa Amr b. Külsûm. Antere en-Nâbigatü'z-Zübyânî Bazan bunlar arasında Abîd'in bir kasidesine de yer verilir.
Bu tip eserlerin en mühimleri. el-Mufaddal ed-Dabbi’nin Mufaddaliyyât'ı, el-Asma’nin el-Aşma 'iyyar'ı ile Ebû Zeyd el-Kureşî’nin yedişer kasidelik yedi bölümünden ilki el-Mu'allakât'a ayrılmış bulunan Cemheretü eş'âri'l-'Arab'ıdır. Mecmua şeklindeki eserlerden bazılarında da şiirlerin mevzulara göre tasnif edildiği görülür. Bu tarzda tertip edilmiş mecmuaların ilki, aynı zamanda muhdes şairlerin belli başlılarından biri olan Ebû Temmâm'ın (ö. 232-846) Kitâbü'l-Hamase'sidir. Bu eser Câhiliye devrinden Emevîler'in sonu. Abbâsiler'in başlarına kadar gelmiş ve çoğu milâdî 650 yılından önce yaşamış şairlere ait parçaları ihtiva eder. Ebû Temmâm'ın daha az bilinen ve daha güç şiirlerden gene aynı tarzda tertip ettiği el-Vahşiyyât adlı bir eseri daha vardır. Bunları birbirinden ayırmak için ikincisine el-Hamâsetü'ş-şuğrâ denmiştir. el-Arabiyye'nin en güvenilir numuneleri arasında yer alan ilk eserin bölümleri, bazı eski müelliflerin kitaplarında olduğu gibi. “Büyük bab, kısım” mânasında “Kitâb” başlığını taşır. İlk babı “Kitâbü'1-Hamâse” başlıklı olduğu için bu adla anılan eser, daha sonraları tertiplenen bazı mecmualara örnek teşkil etmiş ve âdeta bir antoloji nevinin doğmasına yol açmıştır. Nitekim aynı asnn şairlerinden el-Buhtürî (ö. 284-897) ve daha sonra birçok müellif, hemen hemen aynı ad altında bu tarz mecmualar tertip etmişlerdir. Yukarıda anılan ilk şiir mecmualarında manzumelerin bütünü verilirken bu eserlerde bir bütünün en güzel parçaları seçilmiş ve bazan bölümün mevzuu ile ilgili tek bir beyitle iktifa edilmiş, bazan uzun bir şiirin muhtelif parçalan, bunlara birinci derecede hâkim olan fikirlere göre ayrı ayrı yerlere konulmuştur.
Arap şiir tarihinin en mühim kaynaklarından biri de. umumiyetle ilk numuneleri tabakâtü'ş-şuarâ, ahbâru'ş-şuarâ. kitabü'ş-şi'r ve'ş-şuarâ. mu'cemü'ş-şuarâ veya bunlara yakın bir ad taşıyan, sonraları daha değişik isimler altında telif edilen eserlerdir. Şairleri devirlerine, değerlerine ve bazan da alfabetik olarak adlarına göre tertip eden bu eserler, ihtiva ettikleri biyografik bilgi ve tenkidî mülâhazalarla zikredilen şiir mecmualarından birçok bakımlardan ayrılıyorsa da ihtiva ettikleri bol metinlerle onlara en çok yaklaşan teliflerdir.
Bu sahada yazılmış ilk eserlerden bugün elimizde bulunanların başlıcaları, İbn Sellâm el-Cumahî'nin (ö. 231-846) Câhiliye devri şairlerinden Emevîler'in sonuna kadar geçen devrede yetişmiş şairleri içine alan Tabakatü'ş-şu'arâ’ adlı eseri, şair halife İbnü'l-Mu'tezz'in (ö. 296-908) Abbasî devrinde yetişen şairler hakkında en mühim eserlerden biri olan Tabakatü'ş-şu'arâ’ i'l-muhdeşîn’i İbn Kuteybe'nin (ö. 276-889), şiirin ve şairliğin mahiyeti hakkında günümüzde bile değerini koruyan fikirler ihtiva eden çok ehemiyetli uzunca bir mukaddimeden sonra, başlangıçtan III. (IX.) yüzyılın ortasına kadar gelen şairlerin hal tercümelerine dair bilgiler ve şiirlerinden parçalar veren ve tarzının en karakteristik numunesi olan eş-Şir ve'ş-şu’ara’ isimli eseridir. Ebü'l-Ferec el-İsfahânî'nin (ö 356-967) tarih ve kültür tarihi bakımından olduğu kadar, başlangıçtan III. yüzyıla kadar gelen devrenin edebiyat tarihi için de emsalsiz bir kaynak olan Kitâbü'l-Eğânî'si de burada zikredilmelidir. el-Merzübâni’nin (ö. 384-994), bu gruptaki eserlerden olup şairleri isimlerine göre alfabetik olarak sıralayan ve kısmen günümüze kadar muhafaza edilmiş bulunan Mu'cemü'ş-şu'arâ’ adlı eseri de bu cümledendir.
es-Seâlibî'nin (ö. 429-1037) pek bol sayıdaki eserlerinin birçoğu, bilhassa hicri IV. yüzyıl ile V. yüzyılın başlarına ait geniş ve rakipsiz malzemeyi ihtiva eder. Bu müellif, Yetîmetü'd-dehr'inde muasırları ile kendisinden bir evvelki neslin şairlerini, Hârizm, Horasan, Sicistan'dan Endülüs'e kadar memleketlerine göre gruplandırarak zikreder ve hal tercümelerine dair kısa bilgilerle birlikte şiirlerinden bol numuneler verir. Yetîmetü'd-dehr, bizzat müellifin, daha sonra da başkalarının yaptığı zeyilleriyle bilhassa İran, Horasan, Mâverâünnehir gibi İslâm dünyasının doğu ülkelerinde gelişen Arap edebiyatının rakipsiz kaynağı olmuştur.
Bunların yanında başta gramerler, lugatlar ve diğer filolojik eserlerden, şiir tenkit ve tahliline dair teliflerden, “Edeb”e dair kitaplardan tarihe ve tefsirlere kadar çok çeşitli sahalardaki eserler farklı ölçülerde eski şiirin intikaline hizmet etmişlerdir.
Bununla beraber daha İbn Sellâm el-Cumahî, zamanında eski şiirin büyük kısmının zayi olduğundan yakınır. Kalan kısmın derlendiği eserlerden de yine pek azı günümüze kadar gelebilmiştir. Bu eserlerden bize kalabilen kısmının kaybolana nisbetini anlamak için Ebû Amr eş-Seybânî'nin seksen küsur kabilenin şiirlerini topladığı mecmualardan bugün elimizde hiçbirisinin bulunmadığı, bu âlimin ve daha başkalarının çalışmalarına dayanarak es-Sükkeri’nin tedvîn ettiği. herhangi bir kabilenin bütün şairlerinin şiirlerini ihtiva eden bu tarz mecmualardan günümüze sadece bir tanesinin kaldığını hatırlamak kâfidir.
e) Daha milâdî VI. yüzyıldan itibaren şairler sanatlarının en mühim malzemesi olan, gelişmiş ve lügat hazinesi son derecede zengin bir dile sahiptiler. Arap yarımadasında, yukarıda belirtildiği gibi, mevcudiyeti bilinen muhtelif lehçelere rağmen en eski numunelerinde de şairlerin umumiyetle müşterek bir şiir dili kullandıkları görülmektedir. Klasik Arapça'nın dayandığı, fasih kabul edilen edebî lehçelerden beslenmiş olan bu şiir dili, bilhassa lügat bakımından çok zengindi. Bu sebeple eski şairler eşya ve mevcudatı ifade ederken zihnin tasnife ve umumileştirmeye gidişini bildiren kelimelerden ziyade etraflarında müşahede ettikleri şeylerin muhtelif hal ve vaziyetlerdeki farklı görünüşleri için ayrı kelimeler kullanmışlardır. Onların dilinde bazı hayvanlar, tabiat unsurları ve eşyanın muhtelif hal. şekil ve evsafta olanlarına delâlet etmek üzere pek çok müstakil kelimenin ve bunların müteradiflerinin bulunması bu yüzdendir. Çok kere bu vaziyet fiillerde de görülür.
Lahmî ve Gassânî saraylarından ve Hicaz'daki şehir hayatının kısmen hâkim olduğu, sanatkârların pek yadırgamadığı muhitlerden, İslâmiyet'i müteakip teşekkül eden daha medenî şehir muhitlerine giren şairlerin ister istemez eserlerinin muhtevasında olduğu kadar dillerinde de bir değişme oldu. Nitekim zamanla şairler lehçelerinden gelen, fazla yayılmamış, az kullanılan kelimeleri terkettiler, güç ve tekellüflü olandan, basit ve daha yaygın olana yöneldiler.
Eski şairler uzak bir mazide gelişmiş hatta an’aneleşmiş bulunan nazım kaidelerini, şiirin esaslarını, tatbikî olarak öğreniyorlardı. II. yüzyılın ikinci yarısına kadar nazmı birtakım prensiplere bağlayarak izah eden nazarî bir kaynak yoktu. Nazım tekniğini sistemli bir bilgi haline getiren el-Halîl olmuştur.
Arap nazmının en küçük nazım parçası beyittir. Kadîm devirden beri bir beytin şekilce olduğu gibi mânaca da bir bütün teşkil etmesi âdeta bir zaruretti. Bu husus şairi, fikrini mahdut bir hüküm çerçevesi içinde ifadeye ve teksife zorlamıştır. Bu kaidenin ancak bazı belli hallerde ve hususi ifade şekillerinde dışına çıkabilen şair için “Tazmin” kusur telakki edilmiştir. Eski şiirlerin beyit tertipleri birbirinden farklı rivayetlerle intikal etmesinin başlıca sebebi beyitlerin bu tarz yapısıdır. Bu telakki İran ve Türk şiirinde, bilhassa gazellerde daha kuvvetle yaşamıştır.
f) Câhiliye devrinde ve bu devrin şiir an'anesinin devam ettiği I. yüzyılın ilk yarısında birbirinden açıkça ayrılan iki nazım nevi vardı: recez ve kasîd. Recez, yapısı itibariyle diğerlerinden çok farklıdır. Aruzun yine aynı adı taşıyan bahriyle nazmedilir. Recezde bir beyit, mısra diyebileceğimiz iki satırdan mürekkep değildir. Bir başka ifadeyle mısra uzunluğunda ve birbiri ile kafiyeli kısa beyitler halindedir. Arap şiirinin en eski şekli kabul edildiği halde Câhiliye devrinden pek az recez muhafaza edilebilmiştir. Çünkü bu şekil, deveci ezgileri savaşçıların birbirlerine meydan okumaları, kadınların muhariplere serzenişleri, ninnileri vb. gibi ani ilhamların irticalen ifadesinde kullanılırdı. Bunlar umumiyetle kısa şiirlerdi. en-Nâbiga, Züheyr. Antere, Tarafe, Alkame gibi birçok büyük şairde receze tesadüf edilmez. Başlangıçta yüksek sanat şekli sayılmayan recezi, kaside tipinde dahilî planı olan uzun şiirler haline kavuşturan şair el-Ağleb b. Cüşem el-İclî (ö. 21-642) olmuştur. Bu yeni tip recezlere urcûze denmiştir. Sonraları gittikçe rağbet gören bu tarz bazı sanatkârların eserlerinde büyük ölçüde yer aidi; hatta zamanla. el-Accâc (ö. 97-715-16) ve oğlu Ru'be (ö. 145-762) gibi ilhamlarını yalnız urcüzelerle terennüm eden râcizler yetişti. Diğer taraftan bu şekil mahallî dil unsurlarını bol ve rahat kullanma an'anesine de bağlı kalmıştır. Bu sebeple recezlerde nâdir kelimelere çok yer verilmiştir.
Recezin eriştiği bu parlak devir uzun zaman devam etmedi. Abbasî devrinin başlarından itibaren bu şeklin kullanış sahası âdeta sınırlanarak hikâye, fıkra, tasvir, öğretici eserler vb. gibi bazı mevzulara tahsis edildi. Bununla beraber urcûze, başta mesnevi olmak üzere bazı ehemmiyetli nazım şekillerinin doğmasını sağladı. Mesnevi şekline Arap şiirinde müzdevic şiir veya müzdevice denmiştir. Urcûzelerin birer mısra uzunluğundaki kısa beyitlerinin ikişer ikişer kafiyeleri meşinden ibaret olan müzdevice, uzun manzumelerin yazılabilmesine imkân vermiştir. Mesnevi şeklinin öteden beri eski İran şiirinden geldiği söylenirse de bu nazım şeklinin Arap edebiyatında tabii bir gelişme ile doğduğunu gösteren deliller vardır. Nitekim daha Câhiliye devrinde mevcut olduğu anlaşılan bu şekil, hicrî II. asrın ilk yansında hayli yaygındı. II. yüzyıldan itibaren rağbet görmeye başlayan bu tarz. Ebu Nüvâs (ö. 198-813), Ebü'l-Atâhiye (ö. 211-826), İbnü'l-Mu'tezgibi muhdes şairlerin eserlerinde yer almıştır. İbn Abd Rabbihi'nin (ö. 328-940), Endülüs Emevîleri'nden III. Abdurrahman b. Muhammed'in 301-322 yılları arasındaki gaza ve fetihlerine dair 445 beyitlik şiiri, bu tarzın tarihîdestanı mevzularda Rrdevsî'nin (ö. 416-1025) eserinden önce de kullanıldığını göstermesi bakımından mühimdir.
Şiir için kullanılan eski tabirlerden kasîd ise, ikişer mısra uzunluğunda ve birbiri ile kafiyeli beyitlerden müteşekkil, tam ve meczû* vezinlerle nazmedilen manzumelere delâlet etmiştir. Aynı kökten iştikak eden kaside, kasîd şeklinde fakat uzun bir şiir olup sadece şekle ait bir hususiyeti değil, aynı zamanda muayyen mevzuların dahilî bir tertip ve nizam içinde işlenmesini de gerektiren bir edebî nevidir. Arap şiirinin en eski numunelerinde yüksek sanat eserleri bu tarzda söylenmişlerdir. Kasidenin tabii bir gelişme sonunda zamanla kazandığı bu plan başlangıçta kati değildi. İslâmî devrin ilk şairleri ve daha sonra nazariyatçılar kasideyi, eski bedevî şairlerin tasvir unsuru olarak kullandıkları tabiat ve eşyaya göre sınırlandırarak şekil ve muhteva planı bakımından sert hükümlere bağladılar. Bununla beraber hayatı ve tabiatı seleflerinin çizdiği tablolarında görmek ve onların benzerlerini vermek isteyen sanatkârların yanı sıra. başlangıçta karşılaştıkları yadırganmalara rağmen Ebû Nüvâs, Ebü'l-Atâhiye ve el-Mütenebbî gibi kasidenin iç yapısını ve muhtevasının unsurlannı arzu ve mizaçlarına göre değiştirenler de kendilerini büyük sanat güçleri sayesinde kabul ettirdiler.
Klasik kasidenin iç yapısı, muhteva planı ekseriya üç merhalelidir. Şiire, terkedilmiş bir konak yerinin tasviriyle başlayan şair, birinci kısımda ayrılık ve hâtıra temleriyle sevgilisinden ve aşkından bahseder. Nesib denen bu kısmı, çölde geçen uzun. yorucu, tehlikeli bir yolculuğun ve şairin bu yolculukta bindiği devenin, rastladığı bir çöl hayvanının tasviri takip eder. Üçüncü kışım kasideye hüviyetini veren asıl mevzua ayrılır. Daha milâdî VI. yüzyılın başlannda klasik kasidenin bu iç planı şiirde gelenek haline gelmiş bulunuyordu.
Eski şairlerden kaside gibi dahilî bir planı olmayan kısa manzumeler de intikal etmiştir. Bunların bazıları uzun şiirlerden kalmış parçalardır. Fakat bir kısmının aslında da böyle kısa şiirler olduğu sanılmaktadır. Nitekim sonraları da aşkî, dinî, felsefî vb. bir mevzuu işleyen kıtaların söylenmesine devam edilmiştir. Kasidenin nesib kısmından ayrı. müstakil aşk şiirleri nazmetmeye tegazzül denirdi. İran ve Türk edebiyatlarındaki manasıyla gazel Arap şiirinde yoktur. Bu tarz, klasik şeklini İran edebiyatında kazanmıştır.
Hârûnürreşîd zamanında bir câriye halk dilinde şiirler söyleme modasını açtı. Ayrıca bend mânasında kıtalardan mürekkep nazım şekilleri doğmaya başladı. Bağdat'ta bilhassa ramazan gecelerinde halk diliyle söylenen şarkılar kıta şeklinde idi. Bu kıtalardan kurulu şekiller Endülüs'te büyük gelişme gösterdi. Muhtelif şekilleri bulunan muvaşşahlar ve İbn Kuzmân'ın edebî neviler arasına yükseltmek istediği zecel bu cümledendir. Bu hareketler nazmı şekil bakımından zenginleştirirken klişeleşen eski şiir dilinin sert kayıtlarını da yumuşatıyordu.
g) Eski Arap şairi ilhamını ifadeye müsait ruh halini idrak ettiği zaman teferruata kadar inen bir müşahede kudretine sahip gözlerini iç âlemine değil müşahhas âleme çeviriyordu. Zamanla bu davranış oldukça değişti. Şairler yine haricî âlemden aldıkları ilhamı, seleflerinin eserlerinden seçilmiş unsurları, birtakım ince ve muayyen hendesî nisbetlerle tanzim suretiyle inşâ ettikleri kendi sanat dünyalarında işleyip ifade edebilmek için gözlerini dışarıya kapamayı tercihe başladılar.
Gerçek sanatın her devir ve muhitteki tezahürlerinde olduğu gibi eski Arap şiirinde de zemini beşerî duygular teşkil ediyordu. Pek tabii olarak zaman ve muhite bağlı birtakım âmiller bu duyguların hem tezahürlerini, hem de ifade tarz ve şekillerini hususileştirmiş. onlara kendi aralarında öncelikler vermişti. Bu arada Câhiliye devri şairinin cemiyette işgal ettiği yer, onun sanatının mevzuunda çok müessir olmuştur.
Klasik Arap şiirinin belli başlı mevzuları şunlardır: Övme, ve övünme, mersiye söyleme, hicvetme kadından ve aşktan bahsetme, özür, af ve şefkat dileme, tasvir, yiğitlik, kahramanlık, bahadırlık ayrıca zühd. edeb ve hikem. kadın ve şaraba vb. dair hafif mevzular.
Bunlardan ilk üçü klasik kasidenin en mühim mevzularıydı. Methedilen şahsın övülecek vasıfları, taşıdığı taç, ziynet gibi arızî şeyler değil cesaret, kahramanlık, cömertlik, himaye ve yardım, hissiyatına hâkim olma vb., daha sonraları bilhassa adalet, iffet gibi zatî meziyetleridir. Fahrin esaslarını da aynı sıfatlar teşkil eder. Şair şahsı, cedleri ve kabilesiyle övünürken bu sıfatların tezahürlerini sayıp dökerdi. Böylece muhitin en çok ehemmiyet verdiği iki şey. cesaret ve cömertlik, şiirde büyük bir yer işgal etmişti. Yiğitlik, kahramanlık şiirlerine, garipleri sofraya davet için çöl gecelerinde yakılan ateş temleriyle cömertliği işleyen manzumelere eski şiir mecmualarında müstakil bablar ayrılması bu yüzdendir. en-Nâbigatü'z-Zübyâni’nin içten bağlı olduğu hamisine özür dilemek için söylediği meşhur kasideleri itizar nevinin ilk örnekleri sayılmıştır. Esas noktalarında medihle birleşen bu şiirlerin müstakil bir nevi haline gelerek devam etmesinde, her halde en-Nâbiga'nın büyük sanat kudreti âmil olmuştur. Ona bu tarzda, sonraki şairlerden yalnız el-Buhtürî'nin erişebildiği kabul edilir.
Risâ’da ölümü üzerine acı duyulan bir kimsenin yukarıda anılan sıfatlarla övülmesidir. Bu tarz şiirlerde ekseriya kadın şairler temayüz etmiş, bir taraftan gidene ağlarken diğer taraftan yakınlarını onun intikamını almaya çağırmışlardır.
Hicvin en eski şekli muhtemelen irticâlî recezdi. Kaside şeklindeki hicivlerin dahilî planı nesib-hiciv veya nesib -hiciv-fahr şeklindedir. Yerilen, hakaret edilen şahısta sayılan sıfatlar korkaklık, cimrilik vb. gibi medih ve fahrdakilerin zıddıdır. Hicvin içtimaî hayatla çok sıkı bir bağı vardı. İki şahıs veya zümrenin düşmanlık ve mücadelesinde kullanılan bu en korkunç silâhın hedefi şeref ve haysiyetti. Bu silâh mukabeleyi de gerektiriyordu. Nakiza da bu arada zikredilmelidir. Şairlerin birbirlerine nazîreler şeklinde söyledikleri bu hicivler daha Câhiliye devrinde de mevcuttu; fakat en meşhur numuneleri Emevîler devrinde Cerîr ile el-Ferezdak ve el-Ahtal mücadelesinin hâtıralarıdır.
Aşk şiirlerini, yukarıda işaret edildiği gibi, kasidenin bir parçası olan nesib ile kadınlara düşkünlükten ve aşktan bahseden manzumeler teşkil ediyordu. Câhiliye devri sanatkârları bu mevzuda umumiyetle gerçekçi ve bazan pervasızdırlar. Daha sonra en çok değişen hususlardan birisi aşk telakkisi ve onun İfade tarzı olmuştur. Daha Emevîler devrinde bu mevzu, kasideyi asıl gayeye sevkeden bir vesile olmaktan kurtularak bir kısmı bedevî, diğer bir kısmı şehirli iki grup sanatkârın eserlerinin asıl rengini teşkil etti: Cemîl. Küseyyir ve Kays b. el-Mülewah'ın temsil ettikleri temiz, hazin ve ulvî aşk, tasavvufî eserlerde ve romantik hikâyelerde geliştirildi. İbn Ebî Rebîa gibi şehirliler ise yeni şehir hayatının zevke bağlı maddî aşkını şuh bir ifade ile terennüm ettiler.
Tasvir de kasideye bağlı olup eskiden beri mevcuttu. Tasvirî parçalar arasında tabiat, çöle mahsus av hayvanlarının, bedevî hayatında mühim yeri olan deve vs.’nin, çok defa zengin ve güç bir lügat malzemesiyle yapılmış en ince teferruata kadar inen tasvirleri vardır. Bunlarda bugün gerçek şiirin zevkini bulmak zordur. Bununla beraber bazan hareket halinde tabiat ve hayat levhalarının pek canlı ifadelerine de rastlanır.
Câhiliye devri şiirinde din az ve müphem bir yer tutar. Bunun yerini, mükemmel insan tipinin hasletlerinden bahseden edebe ait parçalarla ölüm karşısında beşerin aczini ifade ve hayat tecrübelerini aksettiren öğütler, hikemî sözler alır. Dünyevî nazları terk ile Allah'a yönelişi anlatan şiirler sonraları sık sık işlenmiştir. Tasavvufî şiirler ise ancak Ömer b. el-Fârız'ın (ö. 632-1235) eserlerinde ilk büyük mümessiline erişebilmiştir.
Nihayet II. yüzyıldan itibaren divanlarda ayrı bir bölüm teşkil edebilecek kadar yer alan şarap şiirleri ile av şiirleri de bu arada zikredilmelidir. İlk defa Ebû Nüvâs'ın divanında müstakil bir bab olarak görülen av şiirlerinin çoğunda av köpeği, doğan ve at tasvir edilmiştir. Eski bedevî şairlerde de yaban öküzleriyle av köpeklerinin mücadelesi sahnelerinin tasviri görülürse de Ebû Nüvâs'ta bulduğumuz ve sonra İbnü'l-Mu'tezz'in geliştirdiği tarz yeni bir başlangıç sayılmaktadır.
Arap şiirinde İslâmiyet'ten önce ve onu takip eden birkaç yüzyılda işlenen mevzuların temlere kadar inen teferruatlı bir listesini örnekleriyle birlikte, meselâ el-Buhtürfnin el-Hamâse'sinde, Ebû Hilâl el-Askerî'nin Dîvânü'l-me’ânî'sinin bab ve fasıllarında, es-Seâlibi’nin bölümleri mevzulara dayanan mecmualar şeklindeki eserlerinde vb. görmek mümkündür.
Yukarıda inkişafına temas edilen ve belli başlıları anılan nazım şekillerine IV. yüzyıldan itibaren ilâve edilen İran menşeli rubâî de anılırsa Arap şiiri, gerek şekil gerekse muhteva bakımından kayda değer bir değişikliğe uğramaksizın hemen hemen XIX. yüzyıla kadar devam etmiştir.
3) a) Araplar arasında nazımın yanında nesir de bir sanat olarak çok eskiden beri işlenmiştir. Fakat eski Arap nesrinden şiire nisbetle çok az yadigâr kalmıştır. Çünkü nesir, bir dereceye kadar aynen muhafaza ve tekrarını gerektiren nazım kadar bozulmalara karşı dayanıklı değildir. Bununla beraber kalan örnekler, daha İslâmiyet'ten önce kelimelerin seçilişinden ifade tarzına kadar bazı zevk ve sanat endişelerinin mahsulü olmakla konuşma dilinden ayrılan bir edebî nesrin birkaç yönde gelişmiş bulunduğunu göstermektedir.
Bu eski örneklerin başında atasözlerine benzeyen darbımeseller gelir. Her atasözü darbımesel, daha doğrusu mesel değildir. Mesel “Kıssa, hikâye” demek olup Türkçe'ye masal şeklinde geçmiştir. Darbımesel ise bir hal veya hadiseye uygun mesel getirmek, anlatmaktır. Cereyan etmiş veya benzeri yaşanabilir hayalî bir kıssa, ekseriya ne gibi neticeler doğurabileceğini anlatmak için nakledilir. Şu halele bir meselde mutlaka bir kıssa ile çoğu zaman kıssanın sonunda yer alan ve onun ana fikrini ifade eden, kıssayı hatırlatmaya kâfi gelebilecek bir cümle, hatta bazan tabir şeklinde yaşayacak olan bir ibare bulunur. Kıssa bilindiği için yalnız bu ibare söylenir. Çoğu temsil, teşbih ve mecaza dayanan bir icazın hâkim olduğu bu sözler bir hükmün, bir fikrin kısa bir cümlede tam tesirli ifadesini sağlayan bir üslûbun örneği olmuştur.
Ernsâl, lügat ve gramer bakımından taşıdığı ehemmiyet, bazılarının tarihî hadiselere ve mühim şahsiyetlere bağlı olarak doğmuş olması, bir kısmının alelade hayatla ilgili olmakla beraber her zaman karşılaşılabilecek hadiseleri ve karakterleri mizah ve hiciv unsurlarıyla, bazan ibret ve nasihat telkin eden hike-mî bir eda ile ifade etmeleri gibi hususiyetleri sayesinde daima alâka uyandırmıştır. Bu sebeple Araplar emsalin tedvînine çok eski bir tarihte başlamışlardır. Nitekim bir rivayete göre Câhiliye şairlerinden Bişr b. Ebî Hâzim'e isnad olunan bir beytin ikinci satırını teşkil eden bir mesel, anonim kabile divanlarından olduğu anlaşılan “Benü Temîm'in kitabı'nda bulunmuştu. Milâdî VII. yüzyılın başlarında yazılı olarak mevcut olduğu anlaşılan Mecelletü Lokman'da her halde temsilî kıssalarla veciz sözler vardı. Bununla beraber İslâmî devrede emsale ait eser verdikleri tesbit edilebilen şahsiyetler, Halife Muâviye zamanında bilgilerine başvurulan ensâb âlimi sahâbî Suhâr el-Abdî ile Yemenli ahbâr âlimi Abîd b. Şeriyye ve bunlarla muasır olan İlâkatü'l-Kilâbi’dir. Muhtelif mevzulardaki eserlerin birçoğunda emsale hususi bir bölüm ayrılmış, ayrıca müstakil eserler tertip edilmiştir. Darbımesellerin izahı sırasında nakledilen kıssalarla hikâye üslûbunun da gelişmesine yardımcı olan, bu sahada yazılmış mevcut ve müstakil eserlerin belli başlıları, el-Mufaddal ed-Dabbî'nin Emşâlü'l-'Arab, Ebû Ubeyd el-Herevî'nin (ö. 223-837) daha önceki eserlerin muhtevasının terkibi mahiyetindeki Kitâbü'l-Emşâl'l el-Mufaddal b. Seleme'nin (ö. 291-904) el-Fâhir adlı eseri. İbnü'1-Enbâri’nin (ö. 328/940) ez-Zâhir'l Hamza el-İsfahânrnin (ö. 351-962 |?|) ed Dürretü'l-fâhire'si Ebû Hilâl el-Askeri’nin (ö. 400/1009'dan sonra) Cemheretü'l-emşâî adlı çalışması. Ebû Ubeyd el-Bekri’nin (ö. 487-1094) yukarıda anılan ikinci eserin şerhi olan Fasîü'l-kemâli, el-Meydâni’nin (ö. 518-1124) bu sahada en tanınmış eser olan Mecmacu'l-emşal'i ile ez-Zemahşerî'nin (ö. 538-1144) el-Müstakşâ'sidır.
Birtakım masalların ve bu arada bilhassa temsilî bir tarafı olan fabl’ların da Araplar arasında eski bir mazisi vardır. Ancak bunlar şiir ve darbımeseller gibi alâka görmemiş, bazı telmihler ve İktibaslar sayesinde pek mahdut ölçüde intikal edebilmiştir. Darbımesellerin menşeleri hakkında nakledilen hadise veya hikâyeler, şiirlerin hangi vesilelerle söylenmiş olduklarına ait rivayetler yanında nesrin gelişmesini hazırlayan daha büyük bir âmil. eyyâmü'l-Arab'a dair rivayetlerdir. Çoğu Câhiliye devrinde, bir kısmı İslâm'ın ilk zamanlarında cereyan etmiş kabileler arası küçük veya büyük mücadelelerin bu vesilelerle söylenmiş şiirlerle birlikte nakledilen menkıbevî rivayetleri, semer denen gece sohbetlerinin en renkli mevzuu idi. Araplar'a dair eski bilgiler nakledenler ve daha sonra bu sahanın âlimleri eyyâmü'l-Arab hakkındaki rivayetleri topladılar. Meselâ Ebû Ubeyde (ö. 210/825), zamanına kadar gelen bilgileri, biri yetmiş beş, diğeri 1200 güne dair iki eserde toplamıştı. Bugün elimizde bulunmayan bu eserler sonraki âlimlerin çoğunun kaynağını teşkil etmiştir. Bir taraftan şiire, diğer taraftan tarihe olan sıkı alâkası sebebiyle muhtelif tipte eserlerde, meselâ Kitâbü'1-Eğâni'de. eski şiir mecmualarının şerhlerinde dağınık halde verilen bu bilgilere el-îkdü'l-ferid gibi eserlerde hususi bablar ayrılmıştır. eş-Şimşâtî’nin Kitâbü'l-Envar’ı, bir araya getirdiği rivayetler ve şiirlerle eyyâmü'l-Arab'a dair başlıca kaynaklardan biridir.
b) Her toplulukta olduğu gibi Araplar arasında da çok eskiden beri birtakım menkıbeler, masal ve hikâyeler anlatılmakta idi. Bunların bilhassa bahsedilen gece sohbetlerinde ayrı bir yeri olmalıdır. Bu anane devam etmekle beraber İslâmiyet'in doğuşundan sonra halka hatta orduda askerlere ahlâk ve şecaat telkin eden menkıbeler, eski peygamber kıssaları anlatan kussâs vazifelendirilmişti. Hikâye tarz ve üslûbu, eski bir an'anenin devamı olarak ve sözlü yolla devam ederken İslâm'ın yayılışıyla Araplar'ın daha yakın temas kurdukları yabancı kaynaklardan da beslenmek imkânını buldu. Nitekim İbnü'n-Nedîm'in el-Fihrist'inden öğrenildiğine göre daha IV. yüzyılın son yansında hikâye ve masal tarzına girebilecek kitapların sayısı 200'ün üstündeydi ve bunların arasında Hezâr Efsâne, Kitâbü Sindbâdi'l-hakîm, Kelîle ve Dimne ve yine kahramanları hayvanlar olduğu anlaşılan hikâyeler, Pehlevî dilinden tercüme edilen İran veya Hint kaynaklı eserler ile Yunanca'dan tercüme edilenler vardır. Arap menşeli ve çoğu belli şahısların maceraları etrafında teşekkül etmiş aşkla ilgili hikâyelerse anılan yekûnun yarısını geçmektedir. Bunlardan biri, bütün İslâmî edebiyatların müşterek klasik mevzularından olan Mecnûn ve Leylâ'dır. Daha Arapça'ya çevrilmeden önce el-Mes'ûdînin de (ö. 345-957) bahsettiği Hezâr Efsâne'nin içine aldığı hikâyelerin neler olduğunu açıkça bilmiyoruz. Ancak İbnü'n-Nedîm'in kısaca naklettiği çerçeve hikâyenin kadrosu içinde gelişen Elf leyle ve leyle masalları tarzının, bütün edebiyatlarda mevcut sayılı şaheserleri arasında yer almıştır. DIA 3. ciltten yazılmıştır.